Özgecan’ın maruz kaldığı vahşetin ayrıntılarını okuyunca önce içimde bir bulantı hissettim.
Tanıdık bir bulantı, insan olmanın erdeminin gerilere itildiğine tanık olduğum bir çok olaydan hatırlıyorum onu. Son yıllarda çok sıkça. Fakat bu kez bulantının ardından zihnimde beliren başka şeyler de oldu. Genç bir kadın olarak yaşadığım bir çok olay gözümün önünden geçerken biri zihnimde çakıldı kaldı.
Üniversite birinci sınıf öğrencisiydim. Tıpkı Özgecan gibi.
Kentte yeniydim. Her gün halk otobüsü ve dolmuşlarla üniversiteden eve, evden de üniversiteye gidiyordum. Son otobüse bindim kampüsten. Derken ineceği yere gelen arkadaşım indi otobüsten. Bir sonraki durakta kalan diğer yolcu da. Otobüste tek kaldım. Kendime bile itiraf edemesem de endişelenmiştim. Önce halk otobüsündesin ne olabilir ki diye geçirdim içimden, kendimi sakinleştirmeye çalışarak. Şöförle gözgöze gelemeye çalışarak elimdeki cep telefonunu kurcalıyordum.
Sonra otobüsün ışıkları söndü. Otobüs hızlandı.
Şöförden ışıkları yakmasını istedim. Açmadı. Ardından sözle tacize başladı. Adımı, ne okuduğumu soruyordu.
Telefonla ailemi aradım, şöförün duyacağı bir tonla otobüste olduğumu ve tam olarak nerede olduğumu söyledim.
Bu konuşmayı duyan şöförün boşluğundan faydalanarak duraklarda durmadan hızla geçmekte olduğu ineceğim bölgedeki bir durağa yaklaşırken “Burada durun!” dedim kesin bir ifadeyle, beklediğim kişiyi aradığımı belli ederek. İçimden bir ses “ya durmazsa diyordu”. Başarılı olmuştum, otobüs durdu, inmem gereken yerden biraz erken otobüsten hızla attım kendimi.
Özgecan’ın telefonunun şarjı tükenmişti, maalesef o bunu yapamadı.
O günden sonra son otobüse binmemeye karar verdim. Hayata yeni başlayan, binbir güçlükle mücadele ederek üniversite eğitimini sürdürmeye çalışan bir genç kadın olarak hayatımdaki sınırlamaların “son otobüse” binmemekten başlayarak yıllar içinde ne kadar artacağını düşündüm tüm gece.
Bugün Brüksel’de yaşıyorum, son metroya, son otobüse hala binmem.
コメント