top of page
Writer's pictureKader Sevinc

Şiir üzerine mülakatım: Beni şiire iten…


İstanbul’da yayımlanan Şiirden Dergisi bir “şair kadın özel sayısı” hazırladı. Dosyayı hazırlayan Müesser Yeniay ve Duygu Kankaytsın iki sayı halinde Türk ve yabancı şair kadınlara “şiir  ve kadın” hakkında aşağıdaki sorularını yönelttiler. Ortaya derinlikli, çok ilginç ve başarılı iki dosya çıktı.

Teveccüh gösterip bana da yönelttikleri sorularına verdiğim, Şiirden Dergisi’nin 16 sayısında yayımlanan yanıtlarımı sizlerle paylaşıyorum.

K

Şiirden Dergisi 16. Sayı, Şair Kadın Özel Sayısı

Şiir kamuoyundaki yerleşik gelenek, ifade, sözcük seçimi ve hkim ses, erkeğe aittir. Poetik tartışmalarda, yüz yüze konuşmalarda ve ilişkilerde bu olgu, bütün çıplaklığıyla ve çirkinliğiyle ortaya çıkar. Oysa çağdaş şiirin her düzeyde iktidara ve hükmeden erke muhalif olduğu, daha iyi bir hayatın imknlarını sezdirmek üzere, öncelikle verili dile basınç uyguladığı bilinmektedir. Şair kadınların bu bağlamdaki özgün konumları, bir çıkış vaat eder. Daha önce de bu sorunu yakın sorularla araştıran çalışmaları geliştirmek, kadın hakları ve kültürel haklar alanındaki yeni kavramları da işleterek konuyu sizinle ve aşağıdaki sorularla yeniden düşünmek istedik.

– Şiirleriniz kadın oluşa dair içsel ve dışsal hakikati ne derece barındırıyor? Şiirde kadın oluşa yönelik ne tür sorunları işliyorsunuz? İmge örüntüsü ve sözcük seçiminizde feminen bir dilsel arınmaya özen gösteriyor musunuz?

KS: Kendimi  bunu değerlendirecek noktada görmüyorum. Kaotik ve girift çağrışımlar, duygular ve imgelerle dolu bir dil yolculuğu şairin bu derece sınıflandırıcı bir değerlendirmeyi yapmasını imkansız kılabilir. Bu konuda bence şairin subjektif bakış açısından çok bilgi, deneyim ve metodolojik yaklaşım sahibi şiir arkeologlarının çalışmaları önem taşıyor. İleride incelenmeye değer bulunursa bu  değerlendirmenin ne yönde olacağını ben de merak etmekteyim.

– Dilden kadınsal bir söylem çıkarabilir miyiz? Türk şiiri bugüne değin kadınsal söyleme mekn olabilmiş midir?

KS: Emin değilim. Bunun için feminist eleştirinin kaynaklarına inmek gerektiğini düşünüyorum. Bir şair, yazar olarak kadını konu edinen Virginia Wolf, Janet Kaplan, Ellen Moers, Elaine Showalter, Sandra M. Gilbert ve Suzan Gubar eserlerinde belli bir fikirden yola çıkarlar. O da kadın şair ve yazarların ortak bir geleneğe sahip olduğu, tarih boyu yaşanmış baskıların kadın şair ve yazarlarda benzer bir dünya algısının oluşması. Bu algı farkının biyolojik farktan değil yaşanmışlıkların bir sonucu olduğunu kabul eder.

Elbette kadın şair ve yazarların tarihin değişik dönemleri boyu aktarılan “kadınlık belleği”nden etkilenmeleri düşük olmayan bir olasılıktır. Bununla birlikte her yaşam deneyimi varoluşu ve sonuçlarıyla benzersizdir. Kadın şair ve yazarlarda ortak bir kadınsal söylem arayışının bizi analizlerimizde yanıltabileceğini düşünüyorum. Bu ön kabul ile yola çıkıldığında o geleneğin dışındakileri çemberin dışına itme, marjinalleştirme riskini alıyoruz demektir. Aslında bu masum ön kabul de erkeklerin hemen hemen her alanda kadınlara yönelik değişik biçimlerdeki çemberin dışına itici tavrını kadınların da katılımıyla onamak, buna araç olmak manasına gelmez mi ?

Türk şiirinin tarihsel gelişimi içinde ikinci sorunuza yanıt arayan bilimsel tutarlılık içeren çalışmaların azlığı sorunuzun hakkıyla yanıtlanmasına engel oluyor. Tanzimat sonrasında sayılarında artış görülen kadın şairlerden bu yana değişik boyutlarıyla şiirde kadını hem şair hem okur hem de konu açısından ele alarak Zeynep Hatun’dan günümüz genç kuşak kadın şairlerine uzanan bütünsel bir resim ortaya konduğunda bunu değerlendirmemiz daha kolay olabilecek.

– Bir azınlık olan şair kadınları şiire iten nedenler nelerdir? Yazmak, eylem olarak kadınsı bir seyrelmeye ve duyuşa hizmet eder mi?

KS: Kadın olmanın belirleyici bir çerçeve olduğuna inanmıyorum. Eğer varsa kadın şairleri “kadın” olmak dışında birleştiren nedenler analitik yapısı güçlü bir çalışma ile saptanabilir. Bence insanı yazmaya iten sebepler cinsiyetin/rollerin daha da derininde ve ötesindeki bir süreçle bağlantılıdır.

Hem kadın olmanın bedeli hem de yazmaya iten sebeplere bir örnek olarak bu bedeli ağır şekilde ödemiş bir şair olarak aklıma ilk gelen örnek İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad. Furuğ, ataerkil bir toplumda eşinden ayrılma kararı almasını ölünceye dek oğlunu görmekten mahrum bırakılarak ödüyor. Furuğ şiirlerinde geleneksel bir toplumda özgür seçimleri doğrultusunda yaşamanın bedelini çok özgün bir sesle anlatabilmiştir. Geleneği, ataerkil aileyi ve dinin baskısını konu edinmiştir şiirlerine. Öylesine yerleşmiştir ki şiir evrenine “şiir benim varoluşuma karşı verdiğim en büyük yanıttır” demiştir.

İçinde yaratım olan bir yazma eylemi olarak şiirin yazma dışındaki seçeneklerin seyreldiği ve hatta yok olduğu noktada kaynağını ve yönünü bulduğunu düşünüyorum. Şiiri şairin içinde yaşadığı katı gerçeklik dünyası ile şairin iç dünyası arasında bağ kurma çabası olarak tanımlayabilirim. Elektrik tellerinin şase yapması gibi bu iki dünya arasındaki bir kesintili bağlantılar manzumesi. Bu kısa temaslar şairin ruh dünyasının koruyucu tabakasını da biçimleyerek adeta ona imgeleriyle bir koza örüyor. Dilin olanaklarını çoğaltarak ilerledikçe kozası genişliyor şairin. Maalesef şiirini yitirmiş şairler içinse bir mezara dönüşüyor o koza. Beni şiire iten de buna benzer nedenlerdi diyebilirim.

– İktidarın maskülen olduğunu, dolayısıyla gizlemeye ve saklamaya ihtiyaç duymadığını,  ideolojisini yüksek sesle dile getirmekten kaçınmadığını biliyoruz. Oysa şiir, gizli olanın, dilden kaçanın açığa çıkmasıdır. Bu bağlamda,  kadına ait hakikat açısından şiir nasıl bir imkndır? Şair kadınlar bu imknı ne ölçüde sahipleniyorlar?

KS: Galiçyalı şair Xavier Queipo onunla bir kaç ay evvel yaptığım mülakatta bu konuyu evrensel boyutta şu sözleriyle kafi biçimde özetlemişti: “İktidarda olanlar doğası itibariyle şiire karşı dost değildirler”.

Queipo’nun da vurguladığı şiirin muhalif tavrı ne pahasına olursa olsun korunması gerekecek kadar yaşamsal. Bizim şiirimizde – bir çok farklı alanda da olduğu gibi – kadın şair olmayı korunacak, renk katacak, kendine has alanında denetimli biçimde geliştirilecek bir mesele olmaktan çıkardığımız ölçüde kadınların şiirin imkanlarını çok daha etkili biçimde sahiplenebildiklerini göreceğimizi sanıyorum.

Erkek egemen dilin yaşamın her alanını terörize ettiği bir dönemden geçiyoruz. Demokrasinin zayıflayan yanlarına dayanarak şiddetini daha da artırdığını görüyoruz. O güç kendinde her şeyi yapma hakkını görüyor. Kadınların anne ve eş tanımları arasına sıkıştırıldıktan sonra hangi kelimeyi kullanabilecekleri, hangi organlarının adını ağızlarına alabileceklerine, kime ne zaman, ne kadar süre ile nasıl bakacağına ve kaç çocuk sahibi olacağına kadar vardırıyorlar işi. Üstelik buna tepkilerinde toplumda en ileri noktaya ulaşmış kadınlar dahi bu buyurgan tavrın alt metninde sorgulanan annelik ve iyi eş olup olmama noktasında kendilerini ya da buna maruz olanın ne kadar iyi anne ve iyi bir eş olduğunu vurgulayarak erkek egemen mantığı farkında olmadan olumluyorlar.

Mesele bu buyurganlık, cüretkarlık değildir. Bu insanlık tarihi kadar eski diyebileceğimiz toplumların evrimi ve dönemlere göre değişik frekanslarda kendini hissettiren bir olgu. Asıl mesele toplumsal yanıtın ne olduğudur ve bu toplumsal yanıtın yalnızca toplumu oluşturan kadınlardan gelmemesi gerektiğini fark etmektedir.

Aynı gerekçelerle kadın hakları alanında tek başına kadınların kadınlara kadınlarla çabalarıyla başarı elde edilemeyeceğine inanıyorum. Ortada bir sorun varsa bu toplumun sorunudur, herkesin sahiplenmesi sağlanmalıdır.

Şiir de doğal olarak bu ekosistemin muhalif de olsa bir parçası olmaktan kurtulamıyor. İşte şaire düşen sorumluluk da burada başlıyor. Şairin içinde olduğu, muhalif olduğu ekosistemi iyi okuyabilmesi ve eleştirdiği o sisteme ve onun buyurgan, cüretkar tavrına hem şiirinde hem de duruşunda düşmemesi önemli.

Gilbert and Gubar yukarıda değindiğim edebi eserlerde kadına biçilen rol konusuna iki prototip belirliyor. Birincisi erkek egemen akıl tarafından onaylanan ve uysallık, alçak gönüllülük, masumiyet gibi nitelikleri taşıyan “Evdeki melek”. Diğeri ise bağımsızlığına düşkün, erkeklerin kendisine biçtiği rolü kabullenmeyen ve bundan ötürü erkekleri ürküten “canavar” tipi. Bu iki prototipin değişik biçimlerde bugün edebi dünyamızda ve yaşamın bir çok başka alanında canlı tutulmaya çalışıldığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Hazırlayanlar:

Müesser Yeniay

Duygu Kankaytsın


0 views

Comments


bottom of page