Arap Baharı ve takip eden siyasi mevsimler uluslararası gündemi daha çok etkileyecek gözüküyor. Bu tarihsel toplumsal değişim dalgaları 21. yüzyıl tarihine bölgede demokrasinin yerleşmesi için kaçınılmaz evreler olarak geçecek umarım. Bu yıl Brüksel, Tunus ve Washington’da edindiğim izlenim ve görüşlerimi, Ortadoğu uzmanı olmayan bir kişinin değerlendirmeleri olarak aktarmak istiyorum.
Bir süre Washington’da Johns Hopkins Üniversitesi/SAIS’te ziyaretçi akademi üyesi olarak bulundum. Kongre, Dışişleri Bakanlığı, düşünce kuruluşları, akademisyenler ve medyadan birçok kişi ile görüştüm, toplantılara katıldım. Dünyada siyasi ve ekonomik değişim hızının arttığı bir dönemde, ABD’nin siyasal tercihleri de Soğuk Savaş ve sonrasındaki “Tarihin Sonu” yıllarına göre çok daha çok daha belirsiz, sabit olmayan birer etken haline geldiler. Avrupa’da ise liderlik eksikliği ve geciken kurumsal reformlar tüm dünya için sorun olmaya devam ediyor.
Uluslararası uzmanların güncel olaylar ötesindeki sorgulamaları Batı’nın kendini küresel düzende lider yapan değerlerin savunuculuğunu artık hakkıyla yapıp yapamadığı ile ilgili. Washington’da yılların Orta Doğu politikası, “ılımlı İslam” tezleri, “enerji kaynakları çıkarları ile demokrasi çıkarları” arasındaki çelişkiler ve kaçınılmaz olarak Filistin/İsrail kısır döngüsü daha keskin iç siyasal tartışma ve dış politikaları şekillendirebilir. II. Obama döneminde ABD çok taraflı diplomasi, Orta Doğu’dan göreceli çekilme ve Asya’ya odaklanma politikasına geçişe başladı. Fakat özellikle enerji jeo-politiği, İran’ın nükleer ihtirasları ve şiddetlenen Gazze sorunu bu eğilimi sınırlayacaktır. Diğer taraftan, maalesef Washington’da ve Brüksel’de son zamanlarda Türkiye konusu da dönüp dolaşıp Orta Doğu’ya geliyor.
Arap Baharı Batı dünyasını hazırlıksız yakaladı. Ekonomik krizin de etkisiyle Batı bu süreçte nasıl bir rol oynaması gerektiğini açık bir şekilde göremedi. Başından itibaren romantik veya oryantalist yaklaşımlar bir tarafta, kısa vadeli ve yalnızca çıkar temelli politikalar diğer tarafta, dengeli bir strateji oluşamadı. Böylece Batı bölgede zaten azalan etkisini ilerici hareketler üzerinde de yitirmeye başladı.
Mart ayında Avrupalı merkez sol ve sosyal demokrat partileri bir araya getiren PES Tunus’ta önemli bir toplantı düzenledi. Devrim süreçlerinde etkili olmuş ilerici hareketlerin liderleri de davetliydi. Oturumlarda Avrupalı siyasetçiler ile “Arap Baharı” siyasetçi ve sivil toplum temsilcilerinin yaklaşımları çok farklıydı. Aynı resme farklı bakmanın ötesinde, iki tarafın farklı birer resme baktığı ortaya çıktı.
Avrupalılar otoriter liderlerin devrilmesi ve seçimlerin yapılmasıyla halkın iradesinin yerini bulacağı gibi saf, hatta romantik denebilecek bir bakış açısı yansıtıyordu. Hlbuki bölge siyasetçileri ilerici, özgürlükçü, çoğulcu bir demokrasiden yana hareketlerin Batı’nın somut alanlardaki desteği ile güçlendirilmesi gerektiğinden, bunun uzun bir süreç olduğundan ve seçimlerin demokrasinin tek ölçeği olmadığından bahsediyorlardı. Hukuk devleti, özgür medya, özgür tartışma ortamı ve sosyal baskılara karşı çoğulcu bir toplumsal evrimin önemini vurguluyorlardı. Yıllar boyu otoriter liderler sultasında toplumun kendi seçimlerini özgür ve ilerici politikalardan yana yapacak noktadan uzağa savrulduğunu tekrarlıyorlardı. “Destekleyin bizi!” diyorlardı. Fakat ekonomik krizin dünyayı sarstığı bir dönemde ülkelerinde ağır tepkileri göğüslemek zorunda kalan Avrupalı siyasetçiler, bu hkim tutumdan çok memnun görünseler de, “destek” olarak ne yapabilecekleri konusunda da pek fikir sahibi görünmüyorlar. Arap toplumları içindeki demokrasi algısının farklılıkları da Batı’nın bir siyaset rotası çizmesini iyice zorlaştırıyor.
Tunus’taki bu toplantılar arasında bir AB ülkesinin eski başbakanı ile Batı’nın Arap Baharı için pusulasız, haritasız yakalandığını konuştuk. Euro krizi ve sosyal etkileri ile benzerlikler yaptık. Fakat bu tartışmayı bir kişisel bir sohbetin ötesinde, bölge ülkelerinin temsilcilerinin önünde açıkça yapmanın kötümserlik yaratıcı etkilerini biliyorduk.Nitekim bölge ülkelerindeki seçimler sonucunda dinsel hareketler siyasal sistemde hızla güçlendiler. Henüz Tunus’tayken üniversitelerde aşırı grupların burka adına şiddet içeren saldırılarını duyuyor ve Selefilerin dini usullere uygun bir sistemi simgeleyen siyah bayrağı başkentin merkezinde fnasıl göğe çektiğini dinliyorduk. Toplumsal birikimde ve bireylerin inanç dünyasında en ileri düzeyde saygın bir yeri olması gereken dinsel alan, bu ülkede hızla bir siyasi istismar ve toplumsal şiddet aracına dönüşmekteydi.
Türkiye’nin de bölgeye Osmanlıcı bakıyor olma kaygısı önemli rahatsızlıklardan biri olarak hissediliyor ve kendilerine sunulan Türkiye modelini de sorguluyorlardı. Yine resmi toplantı ortamı dışında, Tunuslu bir bakan Türkiye’ye yönelik soruları kaygı ile sıraladı:
– Başbakanınız bölgede sürekli laiklik çağrısında bulunuyor fakat izlediğimiz kadarıyla Türkiye’de tersi bir söylem ve politika sürdürüyor. Bu çelişki burada da Türkiye’ye bakışımızı etkiliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
– Batı basınında alkollü içeceklere kısıtlamalar, eğitimde din dersi zorunluluğu, ekonomide dinsel ağların rolü gibi makaleler okuyoruz. Türkiye, o yıllardır özendiğimiz Türkiye olma özelliğini mi kaybediyor.
– Kadın hakları alanında son yıllarda bir geriye gidiş olduğu doğru mu?
– Uluslararası basında yargı sisteminizin ve hukuk devletinizin geriye gittiğine dair görüşler çoğalıyor. AB hedefiniz Arap dünyası için de çok önemli; vaz mı geçiyorsunuz?
Benzer sorular, çok benzer ifadelerle “Arap Baharı” ülkelerinin farklı kesimlerinden temsilcilerinden neredeyse sistematik olarak geldi. Bölgede Türkiye yakından takip ediliyor; hem beğeniliyor, hem de sorgulanıyor. Yüzeysel yaklaşımlar kaygı uyandırıyor. Türkiye’den bu ülkelere siyasi şov ihracatı çok tepki topluyor. Örneğin üst düzey bir siyasi ziyaret vesilesiyle uçakla Türkiye’den posterler getirip astırmaya çalışmak doğru bir girişim değil. Doğal olarak Tunuslu yetkililer bunu engellemiş. Başka bir ülkenin başbakanının kendi ulusal egemenlik alanlarında siyaset yapmasını istememişler. Posterler ve görevli gelen ekip Türkiye’ye geri gönderilmiş.
Tunus’ta yalnızca siyasetçilerle değil değişik kesimlerden insanlar da iyimser olamıyor. Örneğin beş yıldızlı bir otelde çalışan otelcilik alanında yüksek öğrenim görmüş, yabancı diller bilen Ayşa. “Nasıl görüyorsun gidişatı?” diye sordum. “Bilmiyorum, her şey çok yeni. Diktatörün (Bin Ali’yi kastediyor) gitmesi iyi oldu ama onun yerine kimin geleceğini bilmiyoruz. Radikal İslam endişe verici. Biz Türkiye gibi olmak istiyoruz” dedi. Bir nefeslik duraklaması anında ben de hemen “evet dedim, “belki de toplum için gerçekten bir umut kaynağı Türkiye”. Nefesin bitiminde duyduğum şu cümle çağdaş Türkiye’ye inanan ve bunun için çalışan biri olarak beni derinden yaraladı: “İslamcılar kadınlara çok baskı yapıyor, biz Türkiye gibi, daha ılımlı bir İslam ülkesi olmak istiyoruz. Televizyon dizilerinde Türk kadınının ne kadar rahat olduğunu görüyoruz”. Bir çok başka Tunuslu’dan da gözlemlediğim bu algıda, demokratik toplum modeli dinin siyasete bulaşmasının ılımlılık derecesi ile tanımlanıyor. Hukuk devleti, özgürlükler, dinci veya anti-dinci dogmalardan uzak bir siyasal kültür ve çoğulculuğu içselleştirmiş bir toplumsal atmosfer gibi talepler zayıf.
Yakın bir zamanda, Brüksel’e temaslar için getirilen “Arap Baharı” ülkelerinden demokrat kesimin temsilcileri AB’li muhataplarına ateş püskürüyordu. O tarihte konuştuğum Mısır’ın ilerici hareketinin üst düzey bir ismi ile Brüksel’deki programını değerlendiriyorduk. Şöyle dedi “Onlara söyledik, biz bu otoriter liderleri yerlerine aşırı İslamcı, muhafazakr hareketler geçsin diye mi devirdik? Bize şimdi İslamcılar seçimi kazandı, onlarla çalışacağız diyorlar. Bunca yıl otoriter rejim altında yaşamış bir toplum için bu öngörülemez bir sonuç muydu? Bizi güçlendirin derken romantik Avrupa bugün kendi değerlerini savunamıyor ve kaybediyor” dedi.
AB diğer uluslararası politikanın önde gelen diğer aktörleri gibi hazırlıksız yakalandı. Bu süreçte AB’nin politikalarını belirleyen önemli etkenler şunlar oldu:
– AB hali hazırda ortak dış politika alanında zayıf bir siyasi yapıya sahip. Mevcut antlaşmaları, son olarak yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması dahil, AB’ye bütünlüğü olan bir karar sistemi ve tek ses halinde eylem olanağını yeterince sağlamıyor.
– Üye ülkeler arasında Arap Baharı konusunda özellikle Fransa, İngiltere ve Almanya arasında farklı yaklaşımlar mevcut. Bunların temelinde bölgedeki ekonomik çıkarlar ve enerji kaynakları var.
– Fransa, İspanya ve İtalya ayrıca iç siyasetlerinde bu bölgeler kaynaklı göç dalgaları konusunda duyarlılar.
– AB dünya sahnesinde bir yumuşak güç olarak Arap Baharı sürecinin demokrasi değerleri ile ilerlemesine önem verirken, bu yönde bu ülkeler üzerinde sınırlı bir etkiye sahip.
– Mevcut Euro krizi de AB’yi Arap Baharı sürecinde daha etkili bir demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti savunuculuğu için gerekli finansal araçlardan mahrum kılıyor.
Bu etkenler ışığında Türkiye ile AB arasındaki etkişim de sınırlı veya dalgalı oldu. Bu olumsuz durum ayrıca Türk hükümetinin de bu bölgeye yönelik politikalarındaki çelişkileriyle güçlendi. Türk hükümetinin ülke içinde hukuk devleti sorunlarını çoğaltması ve derinleştirmesi, Türkiye’nin “model ülke” niteliğini kaybetmesi sonucunu doğurdu. Bununla birlikte olağan dış politika boyutunda Ankara-Brüksel hattında Dışişleri Bakanlığı ile Cathy Ashton yönetimindeki AB Dış Eylem Birimi arasında düzenli bilgi alışverişi ve görüşmeler oldu. Ankara ile Paris ve Londra arasında da iletişim zaman zaman yoğun oldu. Fakat bunların hiç biri ABD’nin oynamakta olduğu rol kadar belirleyici olmadı.
Arap Baharı sonrası dönem, Kuzey Afrika’dan Körfez emirliklerine uzanan coğrafyada farklı yaşanıyor. Bazı ülkelerde demokratik bir yönetim için ışık, bazı ülkelerde geçmişin otoriter sis perdeleri beliriyor. Bu süreçte ekonomik yaşamın canlanması, gelir dağılımında olumlu gidişat, altyapı iyileşmesinin günlük yaşamda hissedilmeye başlanması ve orta vadede eğitim sisteminin maddi ve içerik olarak alacağı yön çok belirleyici olacak.
Bir sonuç sözü için daha çok erken fakat bu noktada Mısır’da demokrat harekette etkili bir tanıdığın sorusu önemli: “Cumhurbaşkanı Morsi ılımlı bir demokrat söylem ile Batı’dan finansal yardım talep ediyor. Samimi veya değil. Merak ettiğimiz şu: Batı yeni Mısır ile ilişkisinde demokrasi, insan hakları, dinsel özgürlükler ve azınlık hakları gibi temel alanlarda uygulamaların çağdaş değerlerle tutarlılığına öncelik verecek mi? Yoksa eski Amerikan modelinde, daha önce Mübarek rejimi ile götürülen ilişki türü mü devreye girecek yine?”.
Yazı Durum Dergisi, Uluslararası Politika Akademisi, AB Vizyonu ve çok sayıda websayfasında yayımlanmıştır.
Comments